TED Rönesans  Koleji tarafından düzenlenen liseler arası “Son Kuşlar Gitmeden“ konulu  öykü yarışmasında  10. sınıf öğrencimiz Gülce Alkılıç, “Gelecekten Mektup” adlı öyküsüyle ikincilik ödülünü almaya hak kazanmıştır.

Öğrencimizi  ve kendisine rehberlik eden öğretmenimizİ kutluyor, başarılarının devamını diliyoruz.

 

GELECEKTEN MEKTUP

Annesi kahvaltısı için omlet, zeytin, bal ve elma tabletlerini getirmişti. Masanın üzerindeki kapağı şifreyle açılan suluğundan, suyun hepsini bir çırpıda yutuverdi. Günlerden cumartesiydi ve gününün tamamını evde geçirmek zorundaydı. Düşüncelere daldı, acaba eski insanlar nasıl kahvaltı ediyorlardı? Şimdi yapay olarak üretilen ve birer tablete sığdırılabilen yiyecekler; örneğin elmanın dalındaki hâli nasıl gözüküyordu ya da arılar çiçeklerden nasıl bal yapıyorlardı? Veya oksijen maskesi takmadan dışarıda özgürce akşam sabah gezebilmek, denizde küçük balıklarla yüzebilmek, bunların hepsi gerçek miydi acaba? Bunlar gerçek olamazdı, hepsi uydurmaydı.

2150 yılından geçmişe doğru baktığında dünyanın şimdiki hâlinden daha farklı ve insanların korkmadan özgürce yaşadığı bir dünya olabileceğine ihtimal vermiyordu. Bunu daha önce süper yapay zekalı robotu SYZ ROB ile de konuşmuştu ama o sadece bir yapay zekâ idi işte. Bu soruları annesi ve babasıyla da tartışmıştı buna rağmen büyüdükçe aklındaki sorular daha da karmaşıklaşıyordu.

Uzun bir iş gezisi için Mars’a giden babasının eve dönmesine daha üç ay vardı. Babası geldikten sonra da annesinin uzunca bir süre evden uzakta kalması gerekecekti. Uff, ne kadar sıkıcı bir hayatı vardı. Konuşan ama acıkmayan, yürüyen ama yorulmayan, canı yanmayan ve yaşlanmayan, sürekli kendini yenileyen birkaç yapay zekâ robotundan başka hiçbir şeyi yoktu hayatta. Bu düşüncelerle akşam olmuştu. Belki uykuya dalarsam geçmişe dair bir şeyler görebilirim, diye düşündü rüyasında. Geç olmadan içinden “lütfen, lütfen, lütfen” diye tekrarlarken uykuya daldı. Her gün eskiyi görme ümidi ile yatan Kumru için bu sefer istediği gerçek oluyor gibi gözüküyordu. Rüyasında ilk karşısına çıkan yaşlı bir teyzeydi. Şu anda giydiklerinden çok daha farklı kıyafetler giymiş yaşlı teyze, Kumru’nun bu küçük köyü dolaşmasında Kumru’ya eşlik etti. Eski, küçük ama aynı zamanda da Kumru için büyüleyici olan bu köy evlerini o kadar beğendi ve kıskandı ki… Bu yetmezmiş gibi, köyde herkes birbiriyle arkadaştı ve birbirlerine yardım ediyorlardı. En önemlisi de her şeyi kendileri yapıyorlardı. Hiç 2150 yılının dünyasındaki gibi değildi. Herhangi bir yapay zekânın izi bile yoktu oralarda, her şeyi kendi çabaları ile yapıyorlardı. Yemekler tablet şeklinde değildi ve buradaki gibi insanların değişik isimleri yoktu. Hatta çok merak ettiği arıları ve nasıl bal yaptıklarını bile gördü. İyi de koca dünya eskiden sadece bir köyden mi ibaretti? Bir anda şaşırdı, neden köydeydi ve neden başka bir yerde değildi? Aklında sorular uçuşuyordu. Hepsini sormak için zamanı var mıydı bilmiyordu ama bir yerden başlaması gerekiyordu. Bütün bu sorularının cevabını almak için, ona eşlik eden yaşlı teyzeye döndü ve adını sordu. Fakat hiç cevap gelmedi. Görüntü karanlığa büründü ve Kumru bir anda sıçrayarak uyandı. Unutmamak için yatağından kalktı, not defterini açtı ve rüyasında olanları not aldı. Ardından da babasının Mars’a gitmeden önce aldığı aleti salondan almaya gitti. Bu alet tıpkı bir antene benziyordu ve bunu kafana takınca son bir hafta içinde gördüğü tüm rüyaları tekrar görebiliyordu. Bunu, gördüğü yaşlı teyzenin resmini çizmek için kullandı. Resimde çok başarılı değildi ama bu sefer gayet iyi bir iş çıkarmıştı. Keşke rüyasındakilerin yazıcıdan çıkmasını sağlayan makinadan da almasını isteseydi babasından. Uyuyamayacağını bildiği için masasının yanındaki düğmeye bastı ve evdeki robotlardan birisini odasına çağırdı. Onunla birkaç oyun oynadılar. Hava aydınlanmaya başlarken yeniden uykuya daldı ama bu uykusu çok kısa sürdü çünkü okula gitmesi gerekiyordu. Robotların ders anlattığı sıkıcı bir okul gününden sonra eve döndüğünde kendisini robotları karşıladı. Biri üstündeki montu, diğeri ise çantasını aldı. Tablet şeklindeki akşam yemeğini yuttuktan sonra uykusunun çabuk gelmesi için hemen yatağına gitti ve kitap okurken tekrar uykuya daldı.  Nihayet yine aynı köyde aynı teyzeyle beraberdi. Biraz hayal kırıklığına uğradığını söylese yalan olmazdı. Bu sefer teyze hiç eskisi gibi gülmüyor, suratı beş karış dolaşıyordu. Hızlı hızlı köy meydanına doğru yürüdü, Kumru da peşinden gitti. Ne olduğunu kalabalık yüzünden çok anlayamamıştı ama sonradan fark etti ki elinde kameralar ile gelmiş birkaç adam köydeki insanlarla röportaj yapıyordu. Durup kameralı adamların ve köylülerin arasında geçen konuşmayı dinledi:

— Bu konu sizi nasıl etkiledi beyefendi, bize biraz bahseder misiniz?

— Çok kötü, çok. Bu yaylalarda kendimizi bildik bileli hayvanlarımızı otlatırdık ama artık durumumuz çok vahim. Ne ot var ne bir şey. Kumrularımız vardı bir de. Onlar da teker teker gittiler buralardan zaten. Bu yeni açılan fabrika hepimizi çok kötü etkiledi. Suyumuz içilmez, havamız solunmaz hâle geldi.

Neler oluyordu bu köyde, anlayamadı. Her şey göründüğü kadar güzel ve masum değil miydi yani? Kumru ne demekti peki, hiç düşünmemişti. Kendi adının neden onların konuşmasının arasında geçtiğini anlayamadı. Kumrular neden gidiyordu ki? Sormak istedi. “Kumru nedir?” diye soru teyzeye, teyze ilk kez konuşmuştu: “Kumru bir kuştur, zaten köyümüzün adı da Kumru Köy. Buralarda hep kumrular yaşardı ama şimdi bu fabrika yüzünden buraları terk ettiler. Sadece bu köyde değil, komşu köylerde de durum aynı” dedi. Kumru durup düşündü. Kafasında, cevabını bilemediği birçok soru vardı. Şimdi bulunduğu yılda hiç gerçek kuş olmadığı için kendi adının bir kuş adı olduğunu bile yeni öğrenmişti. Köyün ortasında öylece kalakalmıştı. Teyze yine bir anda konuştu. “Senin adın Kumru. Benim de öyle. Annenin de öyle, anneannenin de ve daha tanımadığın ve tanıyamadığın birçok kişinin de… Ben senin büyük büyük annenim. Annem benim adımı Kumru koymuş. Bu fabrika yüzünden doğa o kadar zarar gördü ki bütün kumrular gitti. Bu yüzden ben de kumrular hiç yok olmasın diye çocuğumun adını “Kumru” koymuştum. Onlar da kendi çocuklarının, çocukları da kendi çocuklarının isimlerini. Sana kadar gelmiş demek ki. Sen şu anda yaşayan birkaç Kumru’dan birisin. Biz doğaya ne kadar sahip çıkmaya çalışsak da her şey günden güne daha kötüye gidiyor. Artık hiçbir şeyin verimi yok. Burası yine diğer kalabalık şehirlere göre çok daha iyi durumda ama yavaş yavaş biz de kötü oluyoruz. Çok üzücü kızım, artık tek yaşayabilen ve kendini idare edebilen canlı biz olduk. Bütün kuşlar gitti, cıvıltılar kesildi.” Bir anda uykusundan uyandı Kumru.

Ne kadar uyuduysa diğer odalardan evdekilerin konuşma sesleri duyuluyordu bile. Kalktı ve camdan dışarı baktı. Neden artık hiç hava o rüyasında gördüğü kadar parlak bir mavi değildi? Etrafta tek gördüğü şey birkaç yeni yapılan bina, uçan ışıklı arabalar ve kuş kılığındaki dronlardı. Ne kadar da cansızdı etraf. Eski ve bugün ne kadar farklıydı. Belki teknoloji çok ilerlemişti ama insanın yaşamını da elinden almıştı. Şimdi yapılan derslerinde hep eskiden dünyanın çok kötü ve sefil bir yer olduğu fakat insanların nasıl çalışıp dünyayı bu hâle getirdiği anlatılıyordu. Gerçekten öyle miydi? Birkaç dakika boyunca sadece camdan dışarıyı seyretti. “Eğer bir fabrika bile doğaya bu kadar zarar vermişse şimdi etrafta insandan başka canlı olmadığına şaşırmamalıyız.” diye düşündü. Odasından çıkıp mutfağa doğru gitti. Sabahların bile gece gibi göründüğü evinde ışıklar hiç sönmüyordu. Elinde defterini de getirmişti. Kahvaltıya başlamadan önce defteri açtı ve rüyasıyla ilgili yazdığı her şeyi okudu annesine. Ardından çizdiği resmi de gösterdi. Annesinin bir anda gözleri parladı. Onu gerekmedikçe girmedikleri odaya götürdü ve bir tabure çekti. Dolabın üstünden büyük ve tozlu bir kutu indirdi. Kapağı açtı ve içinden kutu kadar kocaman bir tablo çıktı. Tabloda gördüğü kişi, her gece rüyasına giren Kumru Teyze’ydi. Bildiği şeyleri anlatıyordu annesi Kumru’ya. Kumru Teyze her şeyi anlatmıştı zaten. Bu, kafasındaki bütün soruları cevaplamıştı ama hala mutsuz olduğu bir konu vardı, o da doğaya sahip çıkılmamış olmasıydı. Şimdi dışarda olan bütün robot kuşlar, uçan arabalar, kafanı kaldırdığında bile tepesini göremeyeceğin uzunlukta gökdelenler ve daha gözünü yoran birçok şeye ne kadar da alışmıştı. Eskiyi görmediği için hiç garipsememişti bunları. Fakat gördüğü rüyalar her şeyi değiştirmişti. Ne güzel olurdu şimdi yemyeşil bir bahçesi olsaydı evlerinin, gerçek olan kuşların cıvıltısıyla uyansaydı. Neden kimse son kuşlar da gitmeden bir şey yapmamıştı peki? Neden Kumru ve onunla aynı dönemde yaşayan milyarlarca insana daha güzel bir gezegen bırakmamışlardı? Belki tekrar o eski kuşları getirmek için geç olabilirdi ama kafasına bir şey koymuştu. İnsanlara gezegene yaptıklarını gösterecekti. Bugünün değil eskinin daha güzel ve daha yaşanır bir dünya olduğunu. Doğaya verilen zararın daha fazla devam etmesini istemiyordu. Sonuçta insanların da kuşlardan çok farkı yoktu. İnsanlar da gitmeden yardım edecekti doğaya ve kendilerine.

Gülce ALKILIÇ